8 Şubat 2010 Pazartesi

Ağzı Bozuk Hıçkırıklar Salatası

bir dakika içinde iki sigara yaktım
ard arda
adını ağzımdan çekip çıkardım.
yüzün yüzüme monteydi
az kanayıp çıkardım gözlerini gözlerimden.

parçalandım.

ellerinin izini kazıdım bedenimden
artık cillop gibiyim
rütbe atladım aşkta acılardan terfi alırken.
ve şimdi soğuk buralar.
geceler üşütür beni, gece bir fısıldasa titrerim ürkerek.
aylardan aralık.

kaostan kaosa zıp zıp çekirgeyken ben
mini mini bir düş çalmıştı hain kışın kapısını
fiilsizdi yıldızlar, pişirmeden yenmiyordu yalnızlık
zaten karnım toktu, aşkım toy.

hu huu.
kimse yok, biliyorum.
kış gibi kapınızı çalmak istedim yalnızca.
eli yüzü pasak içinde
kara bir kış gibi dadanmak istedim şehrinize.

içimde bir yerlerde

ona koşuyorum; karla karışık
ona koşuyorum; tabanlarım delik
ona koşuyorum; bembeyaz bir karakış çocukluğum
ona koşuyorum; yüzü yüzüme monte.

postmodern bir aşka sapıp yolunu bulamadan çaresizce dönen
kendini kar zanneden tutku ve melankoli parçalarına
ve yngwie malmsteen'e
bu saçmalığa katkılarından dolayı
bir damla gözyaşını borç bilirim.

Aralık '07

Birdir Bir

sensiz gecelerde uykusuzluğum
acile kaldırılırken gece vardiyalarında
ruhum morglarda arardı bedenimi
üşürdüm yalnızlığımın renksiz havasında.

bak, yine tersine işliyor zaman. oyasını söküp, tekrar işliyor zaman. sen gidip bırakıyorsun beni geçmişinin en keskin virajlarında, ben koşarken bulmak için seni gökkuşağının diğer ucuna.

seni seyrederken, o hırçın masumiyetini.
hırpalanıyorum.

Karalıyorum, Öyleyse Varım - Vol. 3

"evet ve harikaydı. ilk defa bir kızla yapıyordum bu işi ve harikaydı."

kastettiğim murattı. alkole pek dayanıklı olduğum söylenemez ve ikinci birada çarpılmıştım. neyse ki anlamamıştı. anlasa ve öyle bir şey yaşanmamış olsa ottan sidikten bir nedenden yitirebilirdim onu. şükrettim anlamamasına bir kez daha. şu an önemli olan cansunun lezbiyen olması falan değildi. kafamda toparlamaya çalışıyordum her şeyi. o konuşmaya devam ediyordu.

"o an başladı ilişkimiz. hem haplara, hem özgeye bağımlı olmuştum. benim hatunların gıkı çıkmıyordu faturaları ve kirayı zamanında verdiğim sürece. aynı tas aynı hamam devam ediyorlardı salaş hayatlarına. benim de pek iplediğim yoktu zaten."

bitirmesini istiyordum artık, uzattıkça uzatırdı çünkü. huyu bu, yapacak bi şey yok.

"şimdi nasılsınız peki? hala birlikte misiniz? annen falan öğrendi mi? kızım, lezbiyen misin? dengesizleşmişsin görmeyeli."

"ağır ol burcu, yavaş yavaş anlatıyorum ki anla." deyip sırıttıktan sonra üçüncü birasını açtı vedevam etti soluksuz.

"diyorum ki senin bölüm gibi değildi benim bölüm. sıkıydı dersler ve benim de aram pek iyi değildi hocalarla. giydiriyorlardı notları. okul yüzünden özgeyle de pek görüşemiyorduk. görüşünce de ne yaptığımız malum zaten. sonra bir gün memlekete gidiyorum diye çıktı gitti. bir ay her gün araştık. sonra kesildi aramaları, ulaşılmaz oldu telefonu. bir süre ses etmedim ama sonunda dayanamayıp annesini aradım. kadın da telaşlandı benim yüzümden. meğer bizimki ankaraya hiç gitmemiş, kadın da istanbulda sanıyor onu. her ne kadar sevmese, iplemese de anne yüreği işte. kadın fenalaşmış. babası falan aradı beni haber alırsam onlara ileteyim diye. çok paniklemişler. ve ne oldu biliyor musun? yüzüncü yılda bir evde ölü buldular özgeyi iki ay sonra... asmış kendini. ev berkay diye birine aitmiş. geçmişi hakkında hiç konuşmamıştı benle özge. meğer ankarada bir sevgilisi varmış buncazaman. berkay da onun ev arkadaşıymış. ne berkayın ne de ev arkadaşının nerde olduğunu bulamadı polis. çocuklar hakkında kimse bir şey bilmiyor. ev de müstakil zaten iki katlı. gittim ölümünden sonra eve. alt kat boşmuş, iki hafta falan kalmış orda o halde ceset. kendimi mahvettim onu kaybettikten sonra."

kanımı donduruyordu her hikayesiyle eskisi gibi.

"muratla ne zamandır birliktesin? sen anlat az" dedi sonra.
"dört buçuk yıl" dedim. muratın adını onun ağzından duymak beni can dostumdan iğrendirmişti. kafası güzelleşmeye başlayan bir kadındı artık karşımdaki. ve nasıl dolduysa anlatmaya devam ediyordu.

"sonra atlattım özgeyi. bakma böyle söylediğime bir sene boyunca tedavi gördüm. uyuşturucuyu falan bıraktım o dönem, amatemde yattım. avukatlık yapamadım, bir ay falan denedim şansımı ama olmayınca bir barda işe girdim. barın sahibiyle kısa zamanda dost olduk. yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu. evliydi cengiz, iki de çocuğu vardı. abi dediğim adam bana tecavüz etmeye kalktı ben sarhoşken. ona bir şey de diyemiyorum. harbi kaşınmıştım. orda da bu hadise baş gösterene kadar çalıştım. sonra netten deniz'le tanıştım. bir buçuk yıldır birlikteydik. çalışmıyordum, beş kuruş param yoktu. denizle yaşamaya başlamıştım. ekmek elden su gölden gidiyordu her şey ve terk etti beni geçen hafta nedensiz yere it. her şeyimi vermiştim ben ona. koydu be hatun. "

kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir andı. daha fazla üstünde durup yarasını deşmek istemedim.

"üzüldüm" dedim.

üzülmüştüm. mahvettiği hayatına, çulsuzluğuna, annecağızına. bu kadarını beklemiyorduysam da kendini batırdığını biliyordum. çıkar yine girdiği balçıktan diyordum, öyle olmamıştı ve olacak gibi de görünmüyordu bu defa. bir süre daha anlatıp sızdı. muratı arayıp dışarı çıkmayı istediğimi söyledim. cansu bu gece de bizdeydi. menzilsiz, sarhoş, beş parasız. murattan gelen çağrıyla ayakkabılarımı geçirip kapıya çıktım.

hava ayazdı.

5 Şubat 2010 Cuma

Karalıyorum, Öyleyse Varım - Vol. 2

sabah uyandım kafada bi ton görüntü canlanıyo benim. yutkunamıyorum, boğazım kurumuş. ne cansu var ne murat ortada. muratın üstünde elinde sigarası, üstünde hala turkuaz kazağı olan cansu var. ayak ucumdalar böyle. muratın elleri cansunun belinde, cansunun bacaklar desen yılan gibi sarılmış muratın beline... şimdi olay çıkarayım diyorum da hayatım boyunca insanlar ottan boktan şeyler yüzünden soğudu ve uzaklaştı benden. halüsinasyon da gördüm defalarca. diyorum beynim mi beni aldatıyor yoksa cidden oldu mu bu? olduysa niye ses çıkarmadım. şimdi kalksam bağrınsam cansuya kızın ne suçu var. ha bu olduysa kısmısı. ya olmadıysa dabağırırsam benim deli olduğumu düşünür ciddi ciddi ki şüpheleri var adım gibi eminim... tek kalan dostum oyken bunu yapamam diyorum falan. neyse ben gene uyudum, hava da tam aydınlanmamıştı zaten. "skerler" dedim "yat uyu sen. sabah ağzından alırım mutlaka bi şeyler cansunun."


ikinci uyanışımda murat yoktu ortada. cansu mutfakta kalan şampanyadan otlanıyordu. direk aklıma o sahne geldi zaten. ciddi ciddi kafayı yediğimi düşündüm bi an. "cansu kaç ben delirdim kurtar kendini" falan demek geldi içimden, yuttum. en iyisi hiçbir şey olmamış gibi davranmaktı -ki olup olmadığı da belli değildi. çileden çıkmıştım. en sonunda gittim yanına.

"ne bu len" dedim "sabah sabah içilir mi? daha karga bokunu yememiş, sen elinde şampanya."

her zamanki sırıtışıyla cevabı kondurdu hemen "robdöşambrımı bulamadım ama hacı, tam moda giremiyorum."diye. "koyam mı sana da?" dedi sonra. "yok" dedim "ülserli insanım ben. ölürüm filan senden bilirler." "he iyi o zaman" dedi içeri geçti.

bi tost yaptım kendime sonra ben de yanına geçtim. "ev küçükmüş" dedi "niye daha büyüğünü tutmadınız?" anam millette para bok dedim içimden. "anca bu kadarına yetiyo" falan filan geçiştirdim. zulalanmış alkol var mıymış onu sordu, yok deyince uçtu gitti bakkala almaya. hatun bozmuş abi, sabah akşam içiyo, neden böyle diyodum ki geri geldi. sormama gerek kalmadı. her zamanki gibi içimi okudu gacı ve başladı anlatmaya.

"merak ediyondur şimdi sen ben neden içiyom bu kadar, hep böyle miyim falan diye." dedi. (çok merak edince konuşamam bi de ben "ya daha konuşmazsa, ya başka bişi gelirse aklına" falan diye evham yapıyom. korktuğum da başıma geliyo daldan dala oynuyo millet benlen. )

"he ediyom valla. dökül bakalım" dedim. çakmakla iki tane bira açtı, uzattı birini bana, çömdük sobanın başına ve döküldü.

"biliyosun erkandan ayrıldıktan sonra toparlayamadım kendimi. dünyam altüst olmuştu.senle haberleşemiyoduk o sıralar. ayrılığın üzerinden bir ay geçti-geçmedi babamın ölüm haberini aldım."

hassstiiir dedim direk zaten, sessiz dedim tabii. cengiz amca ölmüş hem de gencecik. nasıl burkuldum o an. bi şey de diyemedim bölersem vazgeçer diye. yapacak bi şey yok, böyle bi huy benimki de.

"eh, gelince üst üste işte." dedi. kafa salladım ben de anca üzgün üzgün durmaya çalışıp.

"sonralarda bir hatunla tanıştım: Özge. bi barda çalışıyodu, iyi para kırıyodu falan. o da sanat tarihi okuyodu bizim okulda. kısa sürede iyi dost olduk. uyuşturucu kullanmasa aynı eve bile çıkardım onla. hoş çıkmış kadar oldum. ev arkadaşlarım evi kerhaneye çevirdi bir dönem. her gece çeşit çeşit herifler geliyodu eve. punkından emosuna, kekosuna falan hiç hazetmediğim tipler böyle. yatılı geliyolar bi de kancıklar. ben de tartışma çıkardım. 'bizde böyle işine gelirse' falan dediler. çareyi özgede kalmakta buldum. hiç tartışma çekecek bi dönem değildi benim için. hatunun aile zengin ama buna rağmen hiç para almıyodu ailesinden falan. ufakken babası tecavüz etmiş buna da. garibim çok sessiz sakindi zaten. her neyse işte. tek kalıyodu özge. 2+1di ev. bi oda boştu. bi gün geldim eve bi baktım; anam döşemiş odayı bildiğin. istediğin kadar kalabilirsin dedi falan. o sabah erken çıkıyordu benim dersler de öğleden akşama kadardı. o da gece geliyordu eve. bi gece konuşabiliyorduk o da iki kelime. ben derslere asılmıştım falan baktım dostluğumuz iyice köreldi girdim odasına. leş gibi bali kokuyordu oda. son ses techno dinliyo filan. o gece merak ettim o boku ilk. konuşmamız gerektiğini söyledim. mırın kırın edip elindekini uzattı. bir süre direndim falan ama o dönem bi sigara içince iyi oluyodum, uçtum iki nefeste."

sustu sonra. ilk kez o an açtım ağzımı. çok sinirliydim ve bünyepek sağlam değildir benim. ne pahasına olursa olsun benim evimde benim sevgilimle sevişmişti. hangi dostluktu ki artık? patlatıverdim o an.

"seviştiniz değil mi?!"

Karalıyorum, Öyleyse Varım - Vol. 1

gözüm karardı. odanın berbat havası burnumu yaktı artı ciğerlerim iflas etmişti tüm o sigaralar yüzünden zaten. zor nefes alıyordum. hani yılların dostu gelmişti de abartmasaydık keşke bu kadar diye düşünüyorum şunları yazarken.

çocukken kardeş sanıyorlardı bizi. şimdi alakamız yoktu oysa. o zayıftı. tanıştığımızda ben ondan çok çok daha zayıftım ama geçen altı yılın ardından ben onun yanında ayıcık gibi kalıyorum şimdi. boyu kısa gerçi ordan kaybediyor bacaksız.

son günlerde hayat tamamen griydi ve gelişiyle kuşlar, böcekler böyle fink atıyordu resmen. evin havası filan değişmişti. uzun bi kucaklaşmanın ardından faleze gittik. orda biraz içip evde devam ettik zıkkımlanmaya. kafalar hoş oldu derken murat geldi. cansuyla tanıştılar ve anında kaynaştılar zaten. hoş cansuyu tanıyıp da hemencik ısınamayan görmedim. nasıl bıcır bıcır böyle. insanın içine sokası gelir. her şeyin altındabi şey arar olmuştum son bikaç aydır ve başta murat olmak üzreherkesi üzüyordum.

murat da rakısıyla bizim kafaya erişince dolaptaki şampanyayı çıkardım cansunun diretmesine rağmen "bi kadeh de bundan iççez aa olmaz öyle çok ayıp" deyip. ne var ki sabah -şu sıra pek sık oluyor bu- erken uyanmıştım ve mayışıyordum artık. yere cansu için bi yatak hazırlayıp bulaşıklara geçtim. içerden cansuyla muratın gülüşmelerini duyuyordum. böyle aptal bi mutluluk vardı içimde, her tarafta kelebekler falan görüyodum. kuşlar cıvıldaşıyodu filan. güzeldi yani atmosfer. ne var ki bulaşıkları yıkarken elimi soktuğum sıcak su beni iyice mayıştırdı uyuyakalmışım.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Karınca Türküsü

Başından beri günahtın hayatıma. Solmuş bir güneş kadardı yüzün İzmir'e vuran. Terk edilmişliğin rezil yüzü kendini saklamaya çalışırken biraverde ölüm vardı. Ne sen, ne o. Hissedilmeyecekti yalnızlık. Ve aşk; bir karıncanın türküsü olurdu senle yaşanırsa.

Ruhum boğazıma gömüldü, haykıramadım. Velhasıl aklımdaydın. Apaçık. Yüzümde, gözlerimde, parmak izimdeydin. Parmaklarımı kestiğim o gece en çok, en çok da artık sana yazamayacağım için üzülmüştüm halbuki. Sesimi duymuyordun, yüzümü görmüyordun. Huzura erdiğini düşündüğünü söylemiştin. Yldırımlar düşerken bir kan pıhtısının üzerine kapaklanmıştım, senden çok uzaklardaydım. Duymuyor, görmüyordun. İsmini sayıkladım, çocuk! Yarı baygın, yarı ölü... Ruhum kan kaybederken terimlerim seni sayıkladı. Siyah-beyaz bir fotoğraftın sen bir balıkçı iskelesinde. Ve aşk, bir karınca türküsü olmuştu senle yaşandıkça.

Yoksul bir duanın içinde kendimi kaybetmişken ben daha kaç kez darp edilebilirdi çocuk cesedim?

Bir karınca türküsünü çığırıyor şimdi sessizlik.

22 mart 2007

Matem

Surları dökük bir kalbin dramatik atışlarına
ismini gizlemiş
saydığın ve yaktığın tüm katiller.
Kalemimden damlayan tek renk siyah.
Siyahı alıp bağrına basıyorsun
daha önce beni hiç basmadığın gibi.
Soluklarınla dokunuyorsun
sonbaharın mateminin pürüzlü tenine.

Ateşten kopma bakışlarına inat
gece ayın yakamozunu çalarken denizden...

Deniz, hiç suçlamadı kendini
Deniz, hiç yadırgamadı aşkını
Deniz, bir hiçliğin kabullenilmişliği.

Ismarladığı: melankoliye sepet sepet hüzün.

Bıraktığı: kendi payıma bir tutam yalnızlık!

2 Şubat 2010 Salı

uzak


bağlanma bana.
kolların kanar , düşken yaş olursun sonra.
bir iğne geçiverir içimden benim hep
kanatırım parmaklarını
dokunma bana.
ıslak bir cenaze ardındaki ağıt kadar keder doluyum
o yüzden varsın seslenme bana.
alevi kül sanıp dokunurum ben
tüm oyuncaklarımı kırmaya ant içmişim bir kez
bir kez çocuk oluvermişim de ölmüşüm.
nefes alma benimle, susuverirsin bir gün de
bağlanma bana.

--

özlediğim şeyler var geçmişten
kocamanlar , yuvarlayamıyorum
ki düşsünler içimdeki uçuruma
aşkı tanımam
yaşam , tanrı , insan , yeşil.
duygularım sel hep , kapılma bana.
istanbul'a bir ceset düşürdüm ben
ankara'dan istanbul'a giden bir ceset düşürdüm.
dirilsin istedim , beceremedim.
alevi kül sandım , kavruluverdim.
yanma benimle.

uzak dur bana.

Sevgili Günlük

Anam düşündüm de, ne az yazıyormuşum bloga yahu. Öyle miydi eskiden dedim kendime. Pek yazar, pek okurdum. Ne çok uzaklaşmışım - kendimce cebelleştiğim - cibilliyetsiz edebiyatımdan. Dün akşam oturdum, sıvadım kolları "Gak," dedim kızım "yazmak lazım.". Becerdim de ne mutlu bana. Bunu şimdi doğaçlama yazıyorum tabii, şu sıra ufak hikayelerime gömüldüm. Klavye pek sağlam değil kimi kelimeler bitişiyor. Mazur görün.

Çok temiz bir çocukluk yaşadım diyemem. Haddinden fazla acı sığdı şu yirmi seneye. Bunlara da pay çıkardım kelimelerden. Yazdım da yazdm. Arkadaş kavgası, kalk yaz bir şeyler. Dost kaybı, hele bu epey katkı sağladı yazılarıma, hüzünlen, acıyı sür kağıda. Hele hele sevgili davaları. Ne çok yazıyordum onlara. Hiçbir değeri olmayan, şimdi burdan 16 yaşıma selam çakıp "neydi la o?" dediğimde " ne biliym abi, değer verdik"cevabını aldığım ama şu halimle cidden büyüdüğümü anladığım insanlar. İçi dolu turşucuklar. Hepsine minnettarım. Kötü de olsa, depresyon da olsa kelimelerin bükük boyunlarını hala görüyorum. Bu bir yazar için büyük şey! Helal lan bana.

Şu sıralar pek düşünüyorum aslında neden yazamıyorum eskisi gibi, eskisi kadar diye. Bir de istatistiğine baktım yazdıklarımın genelinin. Sonuç pek şaşırtmadı beni: %90 kadarı melankolinin kokusunu taşıyor. İlk okuduğum kitap sanıyorum "Çocuk Kalbi"ydi. İkincisi "Jane Eyre" diye hatırlıyorum. İkisini de bitirdikten sonra ağlamıştım.

13 yaşımda falandım sanıyorum, çok net hatırlamıyorum. O zamanlar tanıştım küçük İskender'le. Başlarda anlamıyordum imgelerini. Anlatmaya çalıştıklarını düşünüyordum uzun uzun. İki günde rahat bitirebileceğim bir kitabını ancak iki haftada bitirebiliyordum. Sevmiştim ama adamın her şeyini. Koca bir yıl boyunca harçlıkları biriktirip kitap alır olmuştum. Annem pek hoşlaşmamıştı İskender'den. O da pek okurdu, önce ben alır okurdum, beğenirsem alır okurdu. Zaten "sorunlu ergen"dim, pek işe yaramamıştı bu adam bana. Kişisel gelişim kitaplarını yeğliyordu benim için ama ben seçimimi yapmıştım. Ergendim.

Çok sonraları bir de Ahmet Altan'ın efsanevi kitabı "En Uzun Gece" geldi ki tabiri caizse yüreğimi dağladı. Malum ergenlik, üzerine bir de "herkesin sevgilisi var olm. benim niye yok lan. şişman mıyım hacı? güzel değilim de zaten."ler başladı. Ne kafası yaşıyorduysam -ki hala yaşıyorum o kafayı az çok- kitaptaki kadınları kafamda kurar, beceriksiz de olsam onları resmederdim. Çok kıskanırdım onları, yapacak bir şey yoktu. Gözlerine kalem çekebiliyordu mesela onlar, ben gözüme sokuyordum, gözüm yaşarıyordu falan. Erkekleri de çizerdim tabii, yetmezdi o adamlara aşık olurdum. "Bu benim hayallerimdeki erkek işte, David Caine*!" bunun son örneği sanıyorum. Neyse, konuyu dağıttım yine, anıya girip çıkamadım. "En Uzun Gece" bitince dağıldım, ağladım da ağladım. Hala kitaplığımda, baş köşede duruyor. Ankara'ya her gelişimde tozunu alıyorum falan.

Sadede geleyim yavaştan. Bukowski de yaklaşık bir senem boyunca yastık altı sevgilim olmuştu. Bukowski'ye de aşıktım. Onun kadınlarına, anılarına... Kafka'dır, İskender'dir, Bukowski'dir, Hakan Günday'dır derken bir de baktım - bakamadıydım o dönem gerçi, memnundum halimden- git gide bu adamlara benziyor, kendi kafamı karıştırıyor, bunu her yazıma yansıtmaya başlıyorum. Hayır, kesinlikle mutsuz değildim çünkü okul gazetesinden şehirde yayınlanan bir dergiye kadar ulaşmıştı yazılarım. Birkaç da şiir yarışmasına katılmış derece almıştım. Demek ki iyiydim. Bozmamaya karar verdim.


Düşünüyorum diyorum ya. Neden yazamıyorum şu sıralar diye. Çünkü yolunda çoğu şey. Ya da ben eskiden çok fazla takıyormuşum kafaya her şeyi, artık pek tesiri olmuyor acıların. Büyüğünden getirin ulan!

Kar ne güzel diyorum, Ankara güzelleşmiş diyorum, film izlerken cak cak öten kuşa küfredip yan odaya götürmüyorum falan kuşu. Bu yüzden yazamıyor, eski yazıları "post"luyorum filan. İyi midir? İyidir de ben pek kuş, böcek, yeşil , ağaç yazamıyorum.

İçimi epey döktüm yine. Bir nebze de ifade ettim sanıyorum kendimi. Yeni yazılarımla çok yakında dönüş yapıyorum efenim bloga. Hoş, burda yeniyim ama olsun. Yola burda devam ne de olsa.

Takip edenlere saygılar, sevgiler.

*- David Caine , Adam Fawer'ın efsane kitabı "OlasılıkSız"ın baş kahramanı. Benim de kahramanımdı.

Açık

Ruhumdan hacıladığım arzular
Gözyaşlarına gebe şimdi
Ebedi bir yok oluş
Dizelerin anasını dayaklıyor.