22 Aralık 2010 Çarşamba

ve

gecelerim ismini kaybetmeye başladı bile
dilsiz bir çocuğun yanık türküsü gibisin nafile
telaşlar tutuşmuş şimdi ellerimde
gök düşüyor, güz düşüyor, kış düşüyor hala ve
sana koşuyor içim...
bu şehrin geceleri ayrı bir kaos
sanki her köşede ayrı bir yankılanıyor ismin hep
detonesin ve varlığın hep aynı sokakta eziliyor
ne çok ölüyorsun ayışığı yokluğunu sayıklıyor
ve çocuk düşlerim ve koca bir kız çocuğuyum ben yittim
bu anın içinde ve karıncalanıyor ellerim sahi
ne çok ölüyorsun güneş yüzüne vuruyor ve
denizsiz bir kentte özlemek hep daha zor ve asıyorum onları
birebir yaşıyorum tüm kabuslarımı ve ağlayıp uyanıyorum ve yine
yoksun ve yokluğun içimi kemiriyor!

18 Kasım 2010 Perşembe

trajedi tiyatrosu

rüzgar bilinmeyene itiyor ihtiyar ruhumu
yeni bir şehir kapılarını aralıyor
gülüşlerimi yitirdiğim sokak aralarında
defalarca intihar ediyor çocukluğum.
her sokakta üç rekat ağlıyorum.
yaralarım dikiş tutmuyor
dikiş tutmuyor sensizlik...
kanamalı sökükleri var tenimin astarının
iki yanı kanamalı gülüşleri.

izmir'de görüntüler böyle.
şimdi sendeyiz merkez!

k.İ

şiirlerim sizin olsun
aşklarım sizin olsun
gittiğim bütün yerleşim birimlerindeki
morgların kapısı açıktır bana.
otopsimden para da almazlar.

-

bugün uzaktan bir seyrettim seni Ankara,
biliyor musun ne denli haksızlıklar bütünü yüklediğin bana
dil altı yaptığın aşklarımı saymıyorum
ne çok hüzün kattın aslında
parmak uçlarımı kesen bir tutkuydu sana duyduğum
ve birden canım hiç acıdı
sana emanet ettiğim.

Every Now n Then

ellerim gecenin omuzlarına dokundu. sevda yükünü boşaltırken gözyaşlarıma, taşıyamadım seni. damladın gözlerimden. sesin odadaydı hala. biz orda değildik. olamadık.

ölümün maskesi düştü. mumları ben yakmadım. benim değildi o eller. acı tam gecenin ortasında doğuruverdi. acı bize pişti yaptı. hissedemedik. ellerim gecenin ellerine dokunamadı. gece kendini senin sesine boyadı. biz orda değildik. olamadık.

29 Ekim 2010 Cuma

Aşk 1

"küçük bir çocuktum. kırlarda dolaşırken incittim ayak bileğimi. tedavi istemedim, geçer dedim. şimdi koca bir kadın oldum ve incinen bileğime saniye yüklensem ayakta durmakta güçlük çekiyorum. dahası acı. dahası pişmanlık..."

aşkı yaşlandıran çiftler var derlerdi inanmazdım. ancak kendiniz bunlardan biri sınıfına giriyor olabileceğinizi düşündüğünüzde kabulleniyorsunuz bunun aslında bir "gerçek" olduğunu. ben de fark ettim geçenlerde bazen yaşlandırdığımı onu. kağıdımı kalemimi aldım önüme, bir mum yaktım ve tütsü. aşkı çizdim. kendi içimde bir ayindi bu. çağırdım onu. uzun süre bekledim. yalvardım gelsin diye. şimdi gelmeyecekti de ne zaman?

neden sonra geldi. gözlerime inanamadım. bir ağlamak geldi içimden, bir boğulmak gözyaşlarına... ağzımı kapadı narin parmaklarıyla. "sus" dedi, "korkutuyorsun beni"... güzel yüzünde boylu boyunca çizgiler, gözlerinin altında dev torbalar, tazecik beklediğim ses çatallaşmış. dahası ayakta duramıyor. bir sandalye çektim hemen ona. "otur" dedim "uzun yoldan geldin, yorgunsundur."

yorgundu. yorgunduk.

"yok mu" dedim "çaresi olmayan dert olmaz. nasıl geldin bu hale?"

"çok koştum" dedi "çok düştüm."

"bir şeyler ikram edeyim sana" dedim "ne istersen?"

"istemem bir şey" dedi "yedikçe çıkarıyorum şu aralar".

"şiirler yazdım sana" dedim
"adına şarkılar besteleniyor yıllardır hem. mırıldanırım istersen. okurum tüm şiirlerimi. hepsi sana. bir nebze mutlu ol bari. sensiz bir dünya düşünülemez ki."

"istemem" dedi "çok da vaktim yok zaten. gitmem lazım, beklerler."

"dur" dedim "hemen nereye? daha bana gittiği, gördüğün yerleri anlatacaktın. ben yıllardır bekliyorum bu anı."

"gitmeliyim" dedi "beklerler."

"iyi ama nereye şimdi?" dedim "bu yaralarla nasıl?"

"yaralarımı hafifletmem için gitmeliyim zaten" dedi. "ayrılık beklemez."

kaybolmadan önce derin bir iç çekti ve başladı konuşmaya :

"küçük bir çocuktum. kırlarda dolaşırken incittim ayak bileğimi. tedavi istemedim, geçer dedim. şimdi koca bir kadın oldum ve incinen bileğime saniye yüklensem ayakta durmakta güçlük çekiyorum. dahası acı. dahası pişmanlık..."

giderken mırıldandım : "love... love will tear us apart, again..."

kimseyi inandıramadım aşkı bulduğuma.


- deneme bir ki üç -

20 Temmuz 2010 Salı

Göz'de

günahlarına sarılıyorum yitmiş bir aşk hikayesiyle ...

en uykusuz askersin şimdi sen benim kavmimdeki
feleğin yalınayak dansında yılan gibi kıvrılıyorsun
sonsuz bir kayboluş sonrası yeşil bir hüzün bırakıyorsun ardında
hala umut bir pentagram şarkısı sırasında
bir bakışın kayması içime yıldızlar dökülürken.
spot ışıkları altı8nda bir ulaş
ma meselesiydi sana içimdeki çocuğu ağlattın.

senin parmaklarınla tutyorum şarap bardağını,
senin dudaklarınla içiyorum bu gece.

sen ölüm virtüözü, ben kan orkestrası şefi.
hüznün kanı notalara damlar bir an sanki
epilepsili yıldırımlar iner kumsalın ortasına.

bak, ağlıyor tüm seyirciler konserin orta yerine
aşklarca yaş, şiirlerce akor var gece karanlığında
kalbim hala o çam ağaçları arasında kederli
hala gitar çalıyorum ben yastığım baş ucumda
senin parmaklarınla hala.

18 Haziran 2010 Cuma

Tatlı Uykular

gitar kıpırdasa teninin rengi buharlaşıyor!

Kar gibi kış kokuyor hayat
hangi resim gerçeğe dönüşecek bu gece
kim düşecek yatağından yeryüzüne
ve kaç aşk daha dile gelecek?
yitecek.

-
bir
iki
üç
-

yüzüm kendine ters aslında
aslım da yok
ibaretten ibaret bir kabare
ruh yitik şehirde
sözcükler hep birbiri ardına saplanıyor
ve mızraklar diziliyor içime.


6 Haziran 2010 Pazar

Yüz

korkuydu belki kim bilir
o an ıslak pençelerinle
kül tabağına akıtmıştın belki
zehrini
uzaktın sahi , çok uzaktın bana ...

ve dedim ki
"öyle sarhoş olsam ki
bir daha ayılmasam
her şey bir rüya olsa
unutarak uyansam !.."

gelmedi elimden
ellerim sana uzandıkça
bir hükmediş sarstı bu bedeni
han`da yankılanacak artık
o tarifsiz çığlıklar
adına yakılacak ağıtlar
kelimeler telaffuzunu kaybetmiş
senin yüzünde(n) ...

30 Nisan 2010 Cuma

siyah süt

geçmişe toz kondurdu fırtına
şehirde kaybolan ruh seni aradı
içinde bir sen vardın gecenin
bir de sen.
acıyla törpüledim yaşlarımı
aşk denen illetin yüksek mertebelerine
hayır , biz erişemedik
ve sen iterken beni fırtınaya
mor bir çığlık döküldü ağzımdan
yüzün kanardı gecelerce
aşk ağlardı
hayatın göğüslerinden emdiğim siyah süt
ilk defa zehirledi beni bu gece
ve sen iterken beni fırtınaya
sevdiğimi fısıldadım o gece
bir
yağmur şahit oldu kanayan aşkıma
ölüm mısralarıma dokundu ve sen
uzaktın cidden.

o sabah


rüyalarımda
sürekli bir ölü taşıyorum
güçsüz omuzlarımda
beyaz tenim kararıyor
ve umut ıslak bir kefenin içinde
ve çelme yiyor ruhum
korkuyorum artık
yeniden yaşamaktan ve kader
son bir darbe peşindeyken
ben seni görüyorum rüyalarımda
terkediyorum seni
sen bana kansın
sen bana korku.
can bitap
can paramparça
can ağlamaklı
can hep ölüyor aynı dizelerde.
melankoli : saklı nişanlım!

hala acını hissediyorum
ve biliyorum ki
gitmek istemedin
istemedim.
isyanım sana değil.
isyanım kimseye değil
huzurlu gecenin ardından gelen
o ezan sesinde unutulmuş kayıp
karmakoma düşlerimde
ben neden yiterdim
ben neden yitirirdim seni
kollarımdan usulca kayarken sen
ben neden hep ölürdüm
şimdi tam hatırlayamıyorum
yolun sonunda
geç kalmış her şey.
şimdi tam hatırlayamıyorum.
neden çekip gittiğimi o sabah
ve hatırlayamıyorum gündüzün bana
ne çok hakaret ettiğini
o sabah
hatırlayamıyorum.

23 Nisan 2010 Cuma

Sobe


özrü kabahatinden beter bu gece bu tufanın
artık kelimeler yetersiz kalıyor bir yerde
ölüm kadar açık bu anlamsızlık
-fizik kuralları ardımızda kalıyor-
yaratılmış binlerce senaryonun arasına çullanan
tabirsiz hayallerim var
-kırmızı,siyah,püsur,at renginde-
eski aşkları kazıtmak gibi kafadan hani
silip atamadığım bir hayal(et)sin
aynalar paramparça , ruhlar hep sökük!
etin etime sobelenmiş de sanki
aynı melodiler akıyor boğazımdan
hep kırık - dökük.

hiç mızmızlanma
bu şiirin kabahati sensin
ayıbı senin.

sen benle aynı havayı teneffüs etmeye bile
tenezzül etmiyorsun
ne acı , ne ayıp!


değişen tek şey bu gece
son sürat
aklanamayan
gaz pedalı.

kıyamete doğru!

18 Nisan 2010 Pazar

Veda

bir veda senfonisi bestelendi adeta
anın içine sıkışmış , yalnızlığı beklerken
irkildim.
sesin beni yordu.
sesin reva mıydı kurumuş topraklarımda
yağmur muydun gizlice yağan , bilemedim.
sesin itti beni jiletlerin o kör gölgesine.
uykuların kesti bileklerimi
kan içinde uyanışım oldun.
ben bugün sende öğrendim ;
sevmek senleyse
benim ağzıma büyük kaçan bir kelime.

yoruldum ölmekten

fiilsiz yalnızlıklar sığıntı gibi duruyor tomurcuk gecemde
her dileğim birer birer darağacına sarılıyor
oysa meyve vermiyor
kimse bilmiyor
dibe çöküş var dizelerde bu akşam
yıllar bir kadehçik viski olmuş
kırık bardaktan boşalan.
gece üzerime son sürat boşalırken
ben en yalnız matemlere ödünç veriyorum dudaklarımı
hayatımı idam ediyorlar
görmüyor musun
feci bir kayboluş izliyor klavyedeki her harf
yalan her düş artık
düşlerim kendine kayıp
uykular düş şimdi
uykusuz geçen geceler beni anlatamaz sana
hangi replikte adımı bulursun ; bilmiyorum
adımı cümlelerinde kullanırken
neden hep ölü tutarsın bedenimi?

15 Nisan 2010 Perşembe

/2




ne bok yiyorsun orda bilmiyorum. çok uzun zaman oldu sesini duymayalı, yüzünü görmeyeli. özlüyorum sanırım bazen seni. ellerini özlüyorum. gözlerini ve gülüşünü en çok. düşüşlerini, bana kızışlarını bile özlüyorum. yaparız deyip yapamadığımız onca şeyi özlüyorum. ağlayamıyorum ama. trenler bomboş. ve şairin dediği gibi her şey. biliyorum, sana giden yollar kapalı...

ismimi anıyor musun bilmiyorum. aklına geliyor muyum? ya sen hatırlıyor musun beni? gülüşümü? şiirlerimi pek severdin sen. sana yazmıyorum artık. sana yazamıyorum artık çünkü sana yazdığımda darılıyor bana hayat. haketmiyormuşsun. öyle yazıyor gazetelerde. beni artık sevmediğinden bahsediyor tüm şarkılar...

beni görüyor musun hiç rüyalarında? bilmiyorum. rüyalarına konu olamayacak kadar değersiz, eskimiş miyim? buruşturdun mu beni? kırmızıdan siyaha çalar oldum ben. dev fil mezarları gibi içimde sana ait olan boşluk. gelmeyeceksin hiç geri, değil mi?

doğru mu tüm bunlar? bilmiyorum. senin şehrine geliyorum. seni görmeye cesaretim yok. tüm hatanın bende olduğunu düşünüyorsun, eminim. hatayı hep başkalarında ararsın zaten hep sen. kendin sütten çıkmış ak kaşıksın çünkü sen. mükemmelsin çünkü sen. kusurun yok hiç çünkü senin. kızıyorum sana kimi zaman.

ne bir resmim var ne de bana ait herhangi başka bir şey değil mi? hem belki taşınmışsındır da o evden. anılarımızı da bırakmışsındır başkalarına. başkaları ne yapsın bizim anılarımızı? onlar bizimdi. kırdın belki. unufak ettin her şeyi. bilmiyorum. senden haber alamıyorum, ulaşmak istiyorum, itiyorsun beni. ve üzülüyorum , sana giden yollar kapalı...

nasıl tanışmıştık, hatırlıyor musun? sanmıyorum unuttuğunu. unutmuş olamazsın.

ve evet. trenler bomboş. istasyon bomboş. vapur ağlıyor, iskele de batmış. öyle demiştin sen. ağlamıyorum, merak etme. suçluyum, her zaman olduğum gibi yine suçluyum. biliyordum sonumuzun geldiğini ama bu defa geri adım atamazdım. parçalanmaktan yorulmuştum çünkü. kıskanıyordum seni, görüyordun ve umursamıyordun. ellerimi gözlerimi çalıp da gittin. hayatıma girişin gibi çıkışın da ani oldu, alelade oldu, üzücü oldu. çok seviyordum.

saçlarını kızıla boyamışsın tekrar. seni göremiyorum. adını duysam içim cız ediyor. gelmeyeceksin hiç geri, değil mi?

ağır bilinmezlikler kumpanyası


kim bilir şimdi ne yapıyorsun orda ve kim bilir şimdi ben ne yapıyorum burda. adım hiç anılmayacak dudaklara sürülmüş, mum gibi hep. eriyip giden bir şeyler var ve yıldızsız gece. saçlarının dibine yattığım saatleri yutuyor heceler. ellerim çıplak, gözlerim düşüyor.

1

ben hiçbir kapıya ait değilken bir anahtar deliğine sıkışmış gibi bakıyorsun. susma öyle. *

M*

kolları bağlı bir hüzne lakap takan bir gece atlısı
atından düşüp namluya dayanan bir cengaver ki
ıslak bir kaos gibi tutkusu
bir pencere kenarında pervasızca susar gülen adam
güller onu açar, gülüşlerde hep onun siması.

teninde kaç peri konaklar?

bilinmezin ötesinde bir yerlerde dilsiz bir kaldırım çiçeğisin. o kaldırımın izbe bir sokağa çakılmış, orda öylece öksüz bırakılmış, sevgisizliğiyle renksiz bir telaşa kilitlenmiş dudakların var senin.

hassassın. dokunamıyorum seni incitirsem diye yaralarına. uzansan dolunayı çekip alacaksın sanki geceden. öyle güzelsin ki.

koyu gölgeler bıraktı arkasında yaşadığım her aşk
geçtiği her koridorda yaman ayakizleri,
ürküten sessizlikler, cevapsız sorular
ve hileli dokunuşlar bıraktı her biri.

bundan olsa evimin koridorlarının ağır küf kokusu.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ünlem

safkan bir aşkla bağlıydı ellerim sana
sözcüklerim kelepçelendi şiirlerimin
geleceğine miras kaldığı an.
aklımda iki şahıs
kayıp iki şuur
bilince artı iki.

saçlarınsa yanık bir çoban türküsü gibi
birkaç saniyeliğine de olsa
kulağımda bozulmadan sesi
içimi acıtıyor
herkesin çocuk olduğu bir ütopyada.

uykular tatsız
günler akşamsız geçerken
düşler firar ediyor
geceliksiz bir baykuş penceremin pervazında
ve buluta tutunmuş bir güvercin
çok ağlıyorlar.

3 Nisan 2010 Cumartesi

içsel yakarış


saat başı sırayla ölüyorduk
hatırlıyor musun?
çok fazlaydı ve zayıftı matematiğimiz.
kimyamız, beden dilimiz...
hep zayıftık hikayemizde.

ne için savaştığımızı bilmiyorduk.
ama seviyorduk işteuyuyor, uyanıyor, seviyorduk
zaman aşımına uğrayıp çürüyen deliliğimizi
anlamsız demeçlerle süslemiştik.

Alice'tik Harikalar Diyarı'nda
sövüyorduk
uyuyor, uyanıyor, seviyor, sövüyorduk.
duygularımızı sömürmesine izin veriyorduk insanların
kan kaybediyorduk sevda denilen vahşi bir ormanda
vahşi bir hayvanın kollarında.

ve içimizdeki ağır yaralılardan bahseden ne bir gazete vardı
ne bir bülten...

belki en çok da buna kırıldık.

Altı - Üstü

x'i y'si bol bir matematik işlemi...

Biz!

toprağa inen acı, kutsal bir değişim
sayısızlık bu, ötelerden sınırlara ulaşıp
tüm molekülleri yok ediyor yarattığımız hiçlik.
unutmayı hatırlamak gibi...
bunca ölüm ağacı...
geçmişe uzanıp da
sokup elimi hatıralara
çıkarsam ordan rüyalarımı katleden
o melon şapkalı kadınları.

biliyorlar aslında,
ölü olamayacak kadar yaşlı artık hepsi.

mayıs, 2007

28 Mart 2010 Pazar


hayatın göğüslerinden emdiğim siyah süt ilk defa zehirledi beni bu gece ve sen iterken beni fırtınaya, sevdiğimi fısıldadım o gece.

aşk denen eylemin karışıklığı beynimi köreltiyordu gençken. düşüncelerim kendimden uzaklara uçup giderken ben yalnızca düşünüyordum.

kırmızı kalemle altını çizdiğim anılar da kendimden uzağa düşerken,bir kaç damla gözyaşı akıttığım eski "can"lara baktıkça burkuluyor içim şimdi.

sahi ne çok dost yitirdim.taarruza geçtiğim her an yeni bir darbeyle sarsılırken bedenim,ellerim kanrevan hep kendimi izledim uzaktan.

ahanda o zamanlardan bir yazı. gülümseyerek bakıyorum şimdilerde eski kara melankolime. hepimiz ergen olmadık mı sanki?

"dalga geçecek bir hayat bile yok ardımda ... öylesine karanlık öylesine havasızım... ruhsuz bedenler, bedensiz ruhlar birbirine dikişli, dudaklarım mosmor, ellerimde kan kokusu. kendimin katiliyim!

ruhum son derece pislenmiş ama öylesine karanlık ve havasız ki burası insanlar kendi pisliklerinden benimkini farkedemez olmuş.zaman gecmiş ben de artık onları duymaz olmuşum, sessizce aglamışım kendi cinnetime sarılıp.

"sus" demiş bana, "ölmek için geç şimdi, yaşamak için erken".

daha sonra kapatıldığım odamdan izlemişim sevdiklerimi... gitmiş hepsi teker teker... yalnızlığımdan ne artan, ne eksilen olmuş! aradığım, özlediğim yokmuş aslında. artan gözyaşı, azalan sabır, azalan insanlık, artan keder, artan isyan, azalan inanç! işte ben böyle yok olmuşum ...

Nice günler gördüm
Nice insanlar tanıdım
Çok sevdim, belki hiç sevilmedim
Yine de pişman degiliim.

Yüzüme toprak serpiyorlar gibi hissediyorum. Gitgide daha sıcak oluyor burası sanki...

Hayat beni cezalandırmaktan vazgeçmiş gibi... Başımı sağa çevirip boylu boyuna yatan milyonlarca insan görüyorum karanlığımda...

Ve affedin diyorum, affedin beni düşler...

" Tüm bunlar bir ölünün hayatta kalma mücadelesinden! " *

* küçük İskender

Dikiş Yemiş Ruhlar

her gün içimde bir köpek uluyor.
geçmişi bendeymiş,
geri almak istiyor!


bir mutluluk katliamı seyretti o şehir. o şehir bana dar geldi. neydi gözlerimden akan ıslak valsin diğer adı? ben miydim o ölümle dans eden hırçın kız? ben miydim asaleti boyunu aşan? kara bir gül dudaklarını ısırırdı. ben ölümle dans edercesine, yorgun. sahi ne çok öldüm! ne çok öldüm! ırmaklarca topladım gözlerimi. gülümserken ağladım yüzlerce!

Love is... ?

şiirliyorum ellerimi
o yüzden yaktım tüm şehirleri bu sabah.
en gibiyiz hepimiz.

yapraklar düşer, su yanar ve ağlar bir yavru ceylan
görmeyen gözleriyle uzanır pencerelerden.

olur da ağzı düşerse bir gün sevgilinin
ve düşerse bir gün dilinden
ne bir hukuku olacak sevdanın
ne de nasırlanmış bir destanı.

Choke

Ben ölümü severken ölmeyi seçerdi o hep. Sınır yok artık... Sek içmiş tüm intiharlarını...

İzbe bir mağazadan aldı zırhını. Tüm aşklarını karanlık uykularına gömdü. Saat yalnızlığını mırıldandı. Tik, tak.

Tırnak içine alınmış yalnızlığı uzak diyarlardan bir yıldırım gibi düştü geceye.

Uzun

kendimi yaralayışlarım kasıtlı hep
fevkalade bir acıya sevk ettim ruhumu yine
o ki her boyun büküşünde ağzı kırılan
ben onun avuçlarını öperdim.

biraz tortu kalmış bardağın dibinde
yudum yudum acıları içiyoruz, kadehler daracık
anlatılan hikayeler zamanı kenetleyemez şimdi
ve gün gelir ben de ellerimde tutamam seni.

kucağındayım, unufak ettiğin her düşümle
olası ihtimallere kan kusan cümlelerin var senin.
ben senden nasıl uzak olayım?
neden olayım?

bir , iki...
sevda!
bende yitip gidersin.

içimdeki yabancıyı susturmaya gücüm yok
yüzün budanmış yalnızlıktan
onca yanlışlıktan sonra yalnızlığın ağlıyor
dikkatli bakıyorum sana
yaş mı o gözlerindeki?

görüyorum.
biliyorsun.
uzattıklarımızı keselim artık.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Ağzı Bozuk Hıçkırıklar Salatası

bir dakika içinde iki sigara yaktım
ard arda
adını ağzımdan çekip çıkardım.
yüzün yüzüme monteydi
az kanayıp çıkardım gözlerini gözlerimden.

parçalandım.

ellerinin izini kazıdım bedenimden
artık cillop gibiyim
rütbe atladım aşkta acılardan terfi alırken.
ve şimdi soğuk buralar.
geceler üşütür beni, gece bir fısıldasa titrerim ürkerek.
aylardan aralık.

kaostan kaosa zıp zıp çekirgeyken ben
mini mini bir düş çalmıştı hain kışın kapısını
fiilsizdi yıldızlar, pişirmeden yenmiyordu yalnızlık
zaten karnım toktu, aşkım toy.

hu huu.
kimse yok, biliyorum.
kış gibi kapınızı çalmak istedim yalnızca.
eli yüzü pasak içinde
kara bir kış gibi dadanmak istedim şehrinize.

içimde bir yerlerde

ona koşuyorum; karla karışık
ona koşuyorum; tabanlarım delik
ona koşuyorum; bembeyaz bir karakış çocukluğum
ona koşuyorum; yüzü yüzüme monte.

postmodern bir aşka sapıp yolunu bulamadan çaresizce dönen
kendini kar zanneden tutku ve melankoli parçalarına
ve yngwie malmsteen'e
bu saçmalığa katkılarından dolayı
bir damla gözyaşını borç bilirim.

Aralık '07

Birdir Bir

sensiz gecelerde uykusuzluğum
acile kaldırılırken gece vardiyalarında
ruhum morglarda arardı bedenimi
üşürdüm yalnızlığımın renksiz havasında.

bak, yine tersine işliyor zaman. oyasını söküp, tekrar işliyor zaman. sen gidip bırakıyorsun beni geçmişinin en keskin virajlarında, ben koşarken bulmak için seni gökkuşağının diğer ucuna.

seni seyrederken, o hırçın masumiyetini.
hırpalanıyorum.

Karalıyorum, Öyleyse Varım - Vol. 3

"evet ve harikaydı. ilk defa bir kızla yapıyordum bu işi ve harikaydı."

kastettiğim murattı. alkole pek dayanıklı olduğum söylenemez ve ikinci birada çarpılmıştım. neyse ki anlamamıştı. anlasa ve öyle bir şey yaşanmamış olsa ottan sidikten bir nedenden yitirebilirdim onu. şükrettim anlamamasına bir kez daha. şu an önemli olan cansunun lezbiyen olması falan değildi. kafamda toparlamaya çalışıyordum her şeyi. o konuşmaya devam ediyordu.

"o an başladı ilişkimiz. hem haplara, hem özgeye bağımlı olmuştum. benim hatunların gıkı çıkmıyordu faturaları ve kirayı zamanında verdiğim sürece. aynı tas aynı hamam devam ediyorlardı salaş hayatlarına. benim de pek iplediğim yoktu zaten."

bitirmesini istiyordum artık, uzattıkça uzatırdı çünkü. huyu bu, yapacak bi şey yok.

"şimdi nasılsınız peki? hala birlikte misiniz? annen falan öğrendi mi? kızım, lezbiyen misin? dengesizleşmişsin görmeyeli."

"ağır ol burcu, yavaş yavaş anlatıyorum ki anla." deyip sırıttıktan sonra üçüncü birasını açtı vedevam etti soluksuz.

"diyorum ki senin bölüm gibi değildi benim bölüm. sıkıydı dersler ve benim de aram pek iyi değildi hocalarla. giydiriyorlardı notları. okul yüzünden özgeyle de pek görüşemiyorduk. görüşünce de ne yaptığımız malum zaten. sonra bir gün memlekete gidiyorum diye çıktı gitti. bir ay her gün araştık. sonra kesildi aramaları, ulaşılmaz oldu telefonu. bir süre ses etmedim ama sonunda dayanamayıp annesini aradım. kadın da telaşlandı benim yüzümden. meğer bizimki ankaraya hiç gitmemiş, kadın da istanbulda sanıyor onu. her ne kadar sevmese, iplemese de anne yüreği işte. kadın fenalaşmış. babası falan aradı beni haber alırsam onlara ileteyim diye. çok paniklemişler. ve ne oldu biliyor musun? yüzüncü yılda bir evde ölü buldular özgeyi iki ay sonra... asmış kendini. ev berkay diye birine aitmiş. geçmişi hakkında hiç konuşmamıştı benle özge. meğer ankarada bir sevgilisi varmış buncazaman. berkay da onun ev arkadaşıymış. ne berkayın ne de ev arkadaşının nerde olduğunu bulamadı polis. çocuklar hakkında kimse bir şey bilmiyor. ev de müstakil zaten iki katlı. gittim ölümünden sonra eve. alt kat boşmuş, iki hafta falan kalmış orda o halde ceset. kendimi mahvettim onu kaybettikten sonra."

kanımı donduruyordu her hikayesiyle eskisi gibi.

"muratla ne zamandır birliktesin? sen anlat az" dedi sonra.
"dört buçuk yıl" dedim. muratın adını onun ağzından duymak beni can dostumdan iğrendirmişti. kafası güzelleşmeye başlayan bir kadındı artık karşımdaki. ve nasıl dolduysa anlatmaya devam ediyordu.

"sonra atlattım özgeyi. bakma böyle söylediğime bir sene boyunca tedavi gördüm. uyuşturucuyu falan bıraktım o dönem, amatemde yattım. avukatlık yapamadım, bir ay falan denedim şansımı ama olmayınca bir barda işe girdim. barın sahibiyle kısa zamanda dost olduk. yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu. evliydi cengiz, iki de çocuğu vardı. abi dediğim adam bana tecavüz etmeye kalktı ben sarhoşken. ona bir şey de diyemiyorum. harbi kaşınmıştım. orda da bu hadise baş gösterene kadar çalıştım. sonra netten deniz'le tanıştım. bir buçuk yıldır birlikteydik. çalışmıyordum, beş kuruş param yoktu. denizle yaşamaya başlamıştım. ekmek elden su gölden gidiyordu her şey ve terk etti beni geçen hafta nedensiz yere it. her şeyimi vermiştim ben ona. koydu be hatun. "

kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir andı. daha fazla üstünde durup yarasını deşmek istemedim.

"üzüldüm" dedim.

üzülmüştüm. mahvettiği hayatına, çulsuzluğuna, annecağızına. bu kadarını beklemiyorduysam da kendini batırdığını biliyordum. çıkar yine girdiği balçıktan diyordum, öyle olmamıştı ve olacak gibi de görünmüyordu bu defa. bir süre daha anlatıp sızdı. muratı arayıp dışarı çıkmayı istediğimi söyledim. cansu bu gece de bizdeydi. menzilsiz, sarhoş, beş parasız. murattan gelen çağrıyla ayakkabılarımı geçirip kapıya çıktım.

hava ayazdı.

5 Şubat 2010 Cuma

Karalıyorum, Öyleyse Varım - Vol. 2

sabah uyandım kafada bi ton görüntü canlanıyo benim. yutkunamıyorum, boğazım kurumuş. ne cansu var ne murat ortada. muratın üstünde elinde sigarası, üstünde hala turkuaz kazağı olan cansu var. ayak ucumdalar böyle. muratın elleri cansunun belinde, cansunun bacaklar desen yılan gibi sarılmış muratın beline... şimdi olay çıkarayım diyorum da hayatım boyunca insanlar ottan boktan şeyler yüzünden soğudu ve uzaklaştı benden. halüsinasyon da gördüm defalarca. diyorum beynim mi beni aldatıyor yoksa cidden oldu mu bu? olduysa niye ses çıkarmadım. şimdi kalksam bağrınsam cansuya kızın ne suçu var. ha bu olduysa kısmısı. ya olmadıysa dabağırırsam benim deli olduğumu düşünür ciddi ciddi ki şüpheleri var adım gibi eminim... tek kalan dostum oyken bunu yapamam diyorum falan. neyse ben gene uyudum, hava da tam aydınlanmamıştı zaten. "skerler" dedim "yat uyu sen. sabah ağzından alırım mutlaka bi şeyler cansunun."


ikinci uyanışımda murat yoktu ortada. cansu mutfakta kalan şampanyadan otlanıyordu. direk aklıma o sahne geldi zaten. ciddi ciddi kafayı yediğimi düşündüm bi an. "cansu kaç ben delirdim kurtar kendini" falan demek geldi içimden, yuttum. en iyisi hiçbir şey olmamış gibi davranmaktı -ki olup olmadığı da belli değildi. çileden çıkmıştım. en sonunda gittim yanına.

"ne bu len" dedim "sabah sabah içilir mi? daha karga bokunu yememiş, sen elinde şampanya."

her zamanki sırıtışıyla cevabı kondurdu hemen "robdöşambrımı bulamadım ama hacı, tam moda giremiyorum."diye. "koyam mı sana da?" dedi sonra. "yok" dedim "ülserli insanım ben. ölürüm filan senden bilirler." "he iyi o zaman" dedi içeri geçti.

bi tost yaptım kendime sonra ben de yanına geçtim. "ev küçükmüş" dedi "niye daha büyüğünü tutmadınız?" anam millette para bok dedim içimden. "anca bu kadarına yetiyo" falan filan geçiştirdim. zulalanmış alkol var mıymış onu sordu, yok deyince uçtu gitti bakkala almaya. hatun bozmuş abi, sabah akşam içiyo, neden böyle diyodum ki geri geldi. sormama gerek kalmadı. her zamanki gibi içimi okudu gacı ve başladı anlatmaya.

"merak ediyondur şimdi sen ben neden içiyom bu kadar, hep böyle miyim falan diye." dedi. (çok merak edince konuşamam bi de ben "ya daha konuşmazsa, ya başka bişi gelirse aklına" falan diye evham yapıyom. korktuğum da başıma geliyo daldan dala oynuyo millet benlen. )

"he ediyom valla. dökül bakalım" dedim. çakmakla iki tane bira açtı, uzattı birini bana, çömdük sobanın başına ve döküldü.

"biliyosun erkandan ayrıldıktan sonra toparlayamadım kendimi. dünyam altüst olmuştu.senle haberleşemiyoduk o sıralar. ayrılığın üzerinden bir ay geçti-geçmedi babamın ölüm haberini aldım."

hassstiiir dedim direk zaten, sessiz dedim tabii. cengiz amca ölmüş hem de gencecik. nasıl burkuldum o an. bi şey de diyemedim bölersem vazgeçer diye. yapacak bi şey yok, böyle bi huy benimki de.

"eh, gelince üst üste işte." dedi. kafa salladım ben de anca üzgün üzgün durmaya çalışıp.

"sonralarda bir hatunla tanıştım: Özge. bi barda çalışıyodu, iyi para kırıyodu falan. o da sanat tarihi okuyodu bizim okulda. kısa sürede iyi dost olduk. uyuşturucu kullanmasa aynı eve bile çıkardım onla. hoş çıkmış kadar oldum. ev arkadaşlarım evi kerhaneye çevirdi bir dönem. her gece çeşit çeşit herifler geliyodu eve. punkından emosuna, kekosuna falan hiç hazetmediğim tipler böyle. yatılı geliyolar bi de kancıklar. ben de tartışma çıkardım. 'bizde böyle işine gelirse' falan dediler. çareyi özgede kalmakta buldum. hiç tartışma çekecek bi dönem değildi benim için. hatunun aile zengin ama buna rağmen hiç para almıyodu ailesinden falan. ufakken babası tecavüz etmiş buna da. garibim çok sessiz sakindi zaten. her neyse işte. tek kalıyodu özge. 2+1di ev. bi oda boştu. bi gün geldim eve bi baktım; anam döşemiş odayı bildiğin. istediğin kadar kalabilirsin dedi falan. o sabah erken çıkıyordu benim dersler de öğleden akşama kadardı. o da gece geliyordu eve. bi gece konuşabiliyorduk o da iki kelime. ben derslere asılmıştım falan baktım dostluğumuz iyice köreldi girdim odasına. leş gibi bali kokuyordu oda. son ses techno dinliyo filan. o gece merak ettim o boku ilk. konuşmamız gerektiğini söyledim. mırın kırın edip elindekini uzattı. bir süre direndim falan ama o dönem bi sigara içince iyi oluyodum, uçtum iki nefeste."

sustu sonra. ilk kez o an açtım ağzımı. çok sinirliydim ve bünyepek sağlam değildir benim. ne pahasına olursa olsun benim evimde benim sevgilimle sevişmişti. hangi dostluktu ki artık? patlatıverdim o an.

"seviştiniz değil mi?!"

Karalıyorum, Öyleyse Varım - Vol. 1

gözüm karardı. odanın berbat havası burnumu yaktı artı ciğerlerim iflas etmişti tüm o sigaralar yüzünden zaten. zor nefes alıyordum. hani yılların dostu gelmişti de abartmasaydık keşke bu kadar diye düşünüyorum şunları yazarken.

çocukken kardeş sanıyorlardı bizi. şimdi alakamız yoktu oysa. o zayıftı. tanıştığımızda ben ondan çok çok daha zayıftım ama geçen altı yılın ardından ben onun yanında ayıcık gibi kalıyorum şimdi. boyu kısa gerçi ordan kaybediyor bacaksız.

son günlerde hayat tamamen griydi ve gelişiyle kuşlar, böcekler böyle fink atıyordu resmen. evin havası filan değişmişti. uzun bi kucaklaşmanın ardından faleze gittik. orda biraz içip evde devam ettik zıkkımlanmaya. kafalar hoş oldu derken murat geldi. cansuyla tanıştılar ve anında kaynaştılar zaten. hoş cansuyu tanıyıp da hemencik ısınamayan görmedim. nasıl bıcır bıcır böyle. insanın içine sokası gelir. her şeyin altındabi şey arar olmuştum son bikaç aydır ve başta murat olmak üzreherkesi üzüyordum.

murat da rakısıyla bizim kafaya erişince dolaptaki şampanyayı çıkardım cansunun diretmesine rağmen "bi kadeh de bundan iççez aa olmaz öyle çok ayıp" deyip. ne var ki sabah -şu sıra pek sık oluyor bu- erken uyanmıştım ve mayışıyordum artık. yere cansu için bi yatak hazırlayıp bulaşıklara geçtim. içerden cansuyla muratın gülüşmelerini duyuyordum. böyle aptal bi mutluluk vardı içimde, her tarafta kelebekler falan görüyodum. kuşlar cıvıldaşıyodu filan. güzeldi yani atmosfer. ne var ki bulaşıkları yıkarken elimi soktuğum sıcak su beni iyice mayıştırdı uyuyakalmışım.

3 Şubat 2010 Çarşamba

Karınca Türküsü

Başından beri günahtın hayatıma. Solmuş bir güneş kadardı yüzün İzmir'e vuran. Terk edilmişliğin rezil yüzü kendini saklamaya çalışırken biraverde ölüm vardı. Ne sen, ne o. Hissedilmeyecekti yalnızlık. Ve aşk; bir karıncanın türküsü olurdu senle yaşanırsa.

Ruhum boğazıma gömüldü, haykıramadım. Velhasıl aklımdaydın. Apaçık. Yüzümde, gözlerimde, parmak izimdeydin. Parmaklarımı kestiğim o gece en çok, en çok da artık sana yazamayacağım için üzülmüştüm halbuki. Sesimi duymuyordun, yüzümü görmüyordun. Huzura erdiğini düşündüğünü söylemiştin. Yldırımlar düşerken bir kan pıhtısının üzerine kapaklanmıştım, senden çok uzaklardaydım. Duymuyor, görmüyordun. İsmini sayıkladım, çocuk! Yarı baygın, yarı ölü... Ruhum kan kaybederken terimlerim seni sayıkladı. Siyah-beyaz bir fotoğraftın sen bir balıkçı iskelesinde. Ve aşk, bir karınca türküsü olmuştu senle yaşandıkça.

Yoksul bir duanın içinde kendimi kaybetmişken ben daha kaç kez darp edilebilirdi çocuk cesedim?

Bir karınca türküsünü çığırıyor şimdi sessizlik.

22 mart 2007

Matem

Surları dökük bir kalbin dramatik atışlarına
ismini gizlemiş
saydığın ve yaktığın tüm katiller.
Kalemimden damlayan tek renk siyah.
Siyahı alıp bağrına basıyorsun
daha önce beni hiç basmadığın gibi.
Soluklarınla dokunuyorsun
sonbaharın mateminin pürüzlü tenine.

Ateşten kopma bakışlarına inat
gece ayın yakamozunu çalarken denizden...

Deniz, hiç suçlamadı kendini
Deniz, hiç yadırgamadı aşkını
Deniz, bir hiçliğin kabullenilmişliği.

Ismarladığı: melankoliye sepet sepet hüzün.

Bıraktığı: kendi payıma bir tutam yalnızlık!

2 Şubat 2010 Salı

uzak


bağlanma bana.
kolların kanar , düşken yaş olursun sonra.
bir iğne geçiverir içimden benim hep
kanatırım parmaklarını
dokunma bana.
ıslak bir cenaze ardındaki ağıt kadar keder doluyum
o yüzden varsın seslenme bana.
alevi kül sanıp dokunurum ben
tüm oyuncaklarımı kırmaya ant içmişim bir kez
bir kez çocuk oluvermişim de ölmüşüm.
nefes alma benimle, susuverirsin bir gün de
bağlanma bana.

--

özlediğim şeyler var geçmişten
kocamanlar , yuvarlayamıyorum
ki düşsünler içimdeki uçuruma
aşkı tanımam
yaşam , tanrı , insan , yeşil.
duygularım sel hep , kapılma bana.
istanbul'a bir ceset düşürdüm ben
ankara'dan istanbul'a giden bir ceset düşürdüm.
dirilsin istedim , beceremedim.
alevi kül sandım , kavruluverdim.
yanma benimle.

uzak dur bana.

Sevgili Günlük

Anam düşündüm de, ne az yazıyormuşum bloga yahu. Öyle miydi eskiden dedim kendime. Pek yazar, pek okurdum. Ne çok uzaklaşmışım - kendimce cebelleştiğim - cibilliyetsiz edebiyatımdan. Dün akşam oturdum, sıvadım kolları "Gak," dedim kızım "yazmak lazım.". Becerdim de ne mutlu bana. Bunu şimdi doğaçlama yazıyorum tabii, şu sıra ufak hikayelerime gömüldüm. Klavye pek sağlam değil kimi kelimeler bitişiyor. Mazur görün.

Çok temiz bir çocukluk yaşadım diyemem. Haddinden fazla acı sığdı şu yirmi seneye. Bunlara da pay çıkardım kelimelerden. Yazdım da yazdm. Arkadaş kavgası, kalk yaz bir şeyler. Dost kaybı, hele bu epey katkı sağladı yazılarıma, hüzünlen, acıyı sür kağıda. Hele hele sevgili davaları. Ne çok yazıyordum onlara. Hiçbir değeri olmayan, şimdi burdan 16 yaşıma selam çakıp "neydi la o?" dediğimde " ne biliym abi, değer verdik"cevabını aldığım ama şu halimle cidden büyüdüğümü anladığım insanlar. İçi dolu turşucuklar. Hepsine minnettarım. Kötü de olsa, depresyon da olsa kelimelerin bükük boyunlarını hala görüyorum. Bu bir yazar için büyük şey! Helal lan bana.

Şu sıralar pek düşünüyorum aslında neden yazamıyorum eskisi gibi, eskisi kadar diye. Bir de istatistiğine baktım yazdıklarımın genelinin. Sonuç pek şaşırtmadı beni: %90 kadarı melankolinin kokusunu taşıyor. İlk okuduğum kitap sanıyorum "Çocuk Kalbi"ydi. İkincisi "Jane Eyre" diye hatırlıyorum. İkisini de bitirdikten sonra ağlamıştım.

13 yaşımda falandım sanıyorum, çok net hatırlamıyorum. O zamanlar tanıştım küçük İskender'le. Başlarda anlamıyordum imgelerini. Anlatmaya çalıştıklarını düşünüyordum uzun uzun. İki günde rahat bitirebileceğim bir kitabını ancak iki haftada bitirebiliyordum. Sevmiştim ama adamın her şeyini. Koca bir yıl boyunca harçlıkları biriktirip kitap alır olmuştum. Annem pek hoşlaşmamıştı İskender'den. O da pek okurdu, önce ben alır okurdum, beğenirsem alır okurdu. Zaten "sorunlu ergen"dim, pek işe yaramamıştı bu adam bana. Kişisel gelişim kitaplarını yeğliyordu benim için ama ben seçimimi yapmıştım. Ergendim.

Çok sonraları bir de Ahmet Altan'ın efsanevi kitabı "En Uzun Gece" geldi ki tabiri caizse yüreğimi dağladı. Malum ergenlik, üzerine bir de "herkesin sevgilisi var olm. benim niye yok lan. şişman mıyım hacı? güzel değilim de zaten."ler başladı. Ne kafası yaşıyorduysam -ki hala yaşıyorum o kafayı az çok- kitaptaki kadınları kafamda kurar, beceriksiz de olsam onları resmederdim. Çok kıskanırdım onları, yapacak bir şey yoktu. Gözlerine kalem çekebiliyordu mesela onlar, ben gözüme sokuyordum, gözüm yaşarıyordu falan. Erkekleri de çizerdim tabii, yetmezdi o adamlara aşık olurdum. "Bu benim hayallerimdeki erkek işte, David Caine*!" bunun son örneği sanıyorum. Neyse, konuyu dağıttım yine, anıya girip çıkamadım. "En Uzun Gece" bitince dağıldım, ağladım da ağladım. Hala kitaplığımda, baş köşede duruyor. Ankara'ya her gelişimde tozunu alıyorum falan.

Sadede geleyim yavaştan. Bukowski de yaklaşık bir senem boyunca yastık altı sevgilim olmuştu. Bukowski'ye de aşıktım. Onun kadınlarına, anılarına... Kafka'dır, İskender'dir, Bukowski'dir, Hakan Günday'dır derken bir de baktım - bakamadıydım o dönem gerçi, memnundum halimden- git gide bu adamlara benziyor, kendi kafamı karıştırıyor, bunu her yazıma yansıtmaya başlıyorum. Hayır, kesinlikle mutsuz değildim çünkü okul gazetesinden şehirde yayınlanan bir dergiye kadar ulaşmıştı yazılarım. Birkaç da şiir yarışmasına katılmış derece almıştım. Demek ki iyiydim. Bozmamaya karar verdim.


Düşünüyorum diyorum ya. Neden yazamıyorum şu sıralar diye. Çünkü yolunda çoğu şey. Ya da ben eskiden çok fazla takıyormuşum kafaya her şeyi, artık pek tesiri olmuyor acıların. Büyüğünden getirin ulan!

Kar ne güzel diyorum, Ankara güzelleşmiş diyorum, film izlerken cak cak öten kuşa küfredip yan odaya götürmüyorum falan kuşu. Bu yüzden yazamıyor, eski yazıları "post"luyorum filan. İyi midir? İyidir de ben pek kuş, böcek, yeşil , ağaç yazamıyorum.

İçimi epey döktüm yine. Bir nebze de ifade ettim sanıyorum kendimi. Yeni yazılarımla çok yakında dönüş yapıyorum efenim bloga. Hoş, burda yeniyim ama olsun. Yola burda devam ne de olsa.

Takip edenlere saygılar, sevgiler.

*- David Caine , Adam Fawer'ın efsane kitabı "OlasılıkSız"ın baş kahramanı. Benim de kahramanımdı.

Açık

Ruhumdan hacıladığım arzular
Gözyaşlarına gebe şimdi
Ebedi bir yok oluş
Dizelerin anasını dayaklıyor.